31 Aralık 2007 Pazartesi

Yapıcı eleştiri üzerine küçük bir hikaye

Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yapıtlarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Geleri olarak tanısa da kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Racigi ise artik eğitimini tamamlamış ve son resmini bitirerek Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru;

"Sen artık ressam sayılırsın Racagi. Artık senin resmini halk değerlendirecek."

diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve meydanda en görünen yere koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Racigi denileni yapmış.

Racigi birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki tüm resim çarpılardan neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Resmi alıp götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeni bir resim yapmasını istemiş. Racigi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş.

Ranga Guru resmi tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Racigi denileni yapmış...

Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da boyalar da bırakıldığı gibi duruyor. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru demiş ki;

"Sevgili Racigi, sen ilk resminde insanlara firsat verildiginde ne kadar acımasız eleştirebileceklerini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı... Oysa ikinci resminde onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Şunu hiç unutma sevgili Racigi, kötü yönde eleştirmek kolaydır, yapıcı eleştiride bulunmak ise eğitim gerektirir. "

www.fotokritik.com'dan alıntıdır...

30 Aralık 2007 Pazar

Pakize


Sevgili pardus-severler, Osman Bey'in izniyle, kedisever olmamızın haklılığını gösteren bir kare :)

16 Aralık 2007 Pazar

Çizgi roman...

Orta okula giderken bağımlılığım vardı çizgi romana. Okumadan duramıyordum. Okulda, otobüste, evde, her köşede.
Bir gün Adapazarının merkezinde Atatürk bulvarındaki bir oturakta yine heyecanla bir tane elimde, okuyordum. İlginç bir olay oldu. Sağ taraftan bir delikanlı kız arkadaşı ile el ele tutuşmuş önümden geçerken, birden döndü ve hızla bana yaklaştı. Kim diye kafamı kaldırırken tokadı "şraak" diye suratıma yedim. "Terbiyesiz" diye bağırdı. Ne olduğunu şaşırdım, donup kaldım. Sonra kız arkadaşının yanına gidip söylenmeye başladı, " bunlar çok terbiyesizleşti, artık v.s. v.s.". Dondum yerimde, ağlamaklı oldum bir an. Kendimi toparlamaya çalışırken, uzaklaşan bu büyük abi ve ablamı inceledim. Erkek sivri burunlu ayakkabıları ile külhan beyi edasında, belli ki taş fırınlık taslıyordu. Kız türbanlıydı, yüzünde saf bir ifadeyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İkisi de köyden gezinmeye gelmiş iki sevgili izlenimi veriyordu. Ama olmayabilirdi. Köyden şehre göç etmiş aile çocukları da olabilirlerdi. Şehir kültüründen yoksun kalmış, eski geleneklerine bağlı olan birileri olabilirdi. Düşünmeye devam ettim, acaba erkek bunu neden yapmış olabilirdi? Gücünü göstermeye mi çalışıyordu, yoksa kendince hava mı atıyordu? Sert çocuk...
Sonra gülümsedim. Kendimi toparladım." Gücün sadece bana yetiyor galiba" deyip ileriki yaşamında ailesi ile ilgili nasıl sorunları olabileceği, çocuklarının ne kadar şanssız olduğunu düşündüm.
"Lost" ve "Prison Break"ten sonra "Heroes" dizisini izlemeye başlayınca eski kahramanlarım, ve bu düşündürücü olayım aklıma geldi. Haydi, öpüldünüz....

14 Aralık 2007 Cuma

Tarihimizle Yüzleşmek

Evet, Emre Kongar'ın kitabı... Yeni bitirdim. Kesinlikle tavsiye ederim. Kulaktan dolma bilgiler yerine bilim adamı gözü ile herkesin az da olsa duyduğu ve merak ettiği konuları ele almış.

13 Aralık 2007 Perşembe

Çok güzel bir anı, lütfen okuyun!

Çok güzel bir anı (veya hikaye)... Hepimize katacak bir şeyi var.
Kopyala yapıştır yerine doğrudan bağlantı veriyorum...
Bir Öğrencimin Bana Öğrettikleri
Yazan: Doğan Cüceloğlu

10 Aralık 2007 Pazartesi

Aydınlanma

Bugün aklıma takılan soru: Aydınlanma?
Bence tarifi ve ulaşılması kolay olmayan bir olgu...
Ben şunu anlıyorum bu kelimeden. Kendisine yapılan hareketi, söylenen sözü (fikirde sınır olmaksızın) kendi içinde değerlendirip doğru ve yanlışlarını bireysel olarak kendine göre,ait olduğu topluma göre ve diğerlerine göre belirleyebilmesi. Burada bir çok değişken var. Kendine göre değerlendirirken tabii ki bilgi düzeyinin yeteli olması gerekir. Topluma göre değerlendirirken, ait olduğu ve diğer toplumlar ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmalı. Aynı zamanda bu değerlendirmeyi yaparken gerçekçi ve dürüst olmak zorunda.
Ben maalesef aydınlanmayı yeterli düzeyde yaşayabildiğimizi söyleyemiyorum. Bunu bir çok sebebi var tabii ki.
Peki yaşayacakmıyız? Evet, ve zorundayız!
Bunun çözümü sözde çok basit. Ekonomik kalkınmayı yaşarken aynı anda akıl kalkınmasını gerçekleştirmek. Bu iki değişken sıkı bağlantılı. Ama iki koşulun da aynı anda gerçekleşmesi gerekir. Biri olmazsa toplum aydınlanamaz( kişiler aydınlanabilir).
Kısa keseyim.
Aydınlanma için bana göre şu üç kuralı gerçekleştirmeliyiz:
1. Çalışmak (Para kazanmak, zenginleşmek vesaire vesaire)
2. Bilgiyi arttırmak (çok okumak, gezmek, iletişime geçmek -boş konuşmak değil ama kesinlikle fikir yürütmek-)
3. Eleştiri kültürünü geliştirmek (istisnasız gerekirse her şeyi eleştirebilmek,-işine geldiğini veya gereksiz eleştiri değil kesinikle-)

** 2 ve 3 için şöyle diyelim: Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmamak.
Aydınlık günler dileğiyle...

Güldürdün beni google :)

Chuck Norris

3 Aralık 2007 Pazartesi

e-okuma çağı

Biliyorsunuz artık dijitalleşme akımına kitaplar da sokulmaya çalışılıyor. E-ink teknolojisi ile geliştirilen elektronik kitap cihazları hızla artmaya başladı. Amazonun Kindle'ı, Sony'nin PRS-500'ü, bizim walkbook'umuz... Peki başarılı olabilir mi? Bunu tabii ki zaman gösterecek.
Üreticilerin dikkat etmesi gereken bana göre bir kaç temel husus var. Öcelikle uyumluluk; cihaz diğer cihazlarla uyumlu, standart kitap biçimlerini okuyabilen bir yapıda olmalı. Kullanıcıyı rahat ettirmeli; nerede bulunduğuna bağlı olmaksızın her ortamda kullanılabilmeli. Tabii ki de ucuz olmalı.
Bütün bu gelişmeler sonucu PDA, cep telefonu, mp3 çalar, fotoğraf makinesi, bilgisayar ile birleşip tek bir cihaz haline mi gelecek? Belki de tek bir cihaz haline gelmemeli. Çünkü insanlar kitap okurken soyutlanmayı, rahatsız edilmemeyi sever.
Peki, ya engeller. Kağıt şirketleri, başarıyı görürse bu durumu savaşa döndürmez mi? Kitapçılar, basımcılar ve birçok yan kuruluş işsizliğe sürüklenmez mi? Sanırım onlar bu gelişmeler çok iyi takip etmek ve kendilerini ona göre geliştirmek, düzenlemek zorunda. Çünkü, hayat acımasız ve sadece güçlüyü canlı tutar. Zaman kimin kazandığını gösterecek bizlere. Ama sanki teknolojinin her zaman şansı daha yüksek gibi.
Bunlar, güzel gelişmeler. Bir düşünün, insanlar gelişmeye devam etsin diye kesilen milyarlarca ağacın belkide kurtarıcısı olacak! Olacak mı? İşte asıl mesele... Bu kadar ağacın kesilmesine rağmen okutamadığımız insanlarımız, 20 ytlye kitap almazken, 4 ytlye korsanını almazken, aldığı kitabı okumazken, 350 ytl verip sadece cihaza daha sonra yüklediği paralı veya bedava kitapları okuyabilir mi?Üzgünüm, ben bu konuda umutsuzum...
Dünyayı yok etmeden hayatımızı kolaylaştıran bu gelişmelere "evet", ve mücadele sanatını okumak için de sonuna kadar uygulamaya "evet".

2 Aralık 2007 Pazar

Tüketim toplumundan nereye

Tüketim toplumuyuz... İnkar edebilirmiyiz. Yeni bilgisayar, yeni cep telefonu, yeni elbise, yeni bilmem ne... Daha eskisinin canı çıkmadı. Olsun, ama yenisi çıkmış çok güzel, çok şık, çok güçlü.... Modern toplum dedikleri hayat şekli bu sanırım. Bu hayat şekline modern denmesi de bence tüketim zihniyetinden. Çünkü bana göre bu bir hastalık. Hepimiz hastayız ve hasta olmayı seviyoruz. Bize hasta denilmesini istemiyoruz ve onu bu kılıfa sokuyoruz: Modern hayat :) Belki de bu genetik bir hastalık... Bir çok sebebi olsa da gerçek şu: Biz tüketim toplumuyuz!
Tüketiyoruz bilinçsizce...
Bunun sonu ne olacak? Merak ettiğim soru buna DUR demelimiyiz, yoksa suna nasıl olsa yatağına oturur diyerek kendi haline mi bırakmalıyız?